Bugün hakikaten kızsak mı gülsek mi bilemediğimiz, antika bir gün geçirdik.
Münih'ten saat 09.30 gibi hareket edip, 2 saatlik otomobil yolculuğunun sonunda Neuschwanstein Schloss adındaki meşhur şatonun bulunduğu turistik kasabaya ulaştık. İsmine tıklayınca eser hakkında detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz. Şatonun nam salmasının asıl nedeni ise Walt Disney çizgi filmlerine ilham kaynağı olması:
Bu da binanın aslı:
Şatonun eteklerinde cici bir kasaba bulunuyor. Araçları park edip, bilet aldıktan sonra tur otobüslerine veya 6-8 kişilik, katana dediğimiz irikıyım beygirlerin çektiği at arabalarına binerek şatoya ulaşılıyor. Aile tarifesi, 19 euro. Tek yetişkin için bilet ücreti ise 12 euro.
Biz de bu enteresan yeri görmek için park yerinden bayır yukarı epeyce yürüdük ve metrelerce uzayan bilet kuyruğunda (mesela Topkapı Sarayı'nın ilk kapısından Ayasofya'ya kadar) beklemeye başladık. Saat 11.30 civarı girdiğimiz kuyrukta, Nadir'in hep özlemle anlattığı, ısırınca "kırtt" diye ses çıkaran Bratwurst sosisi yedik. Üniversite yıllarımdan beri ayaküstü sosisli yememiştim, çok hoşuma gitti!
Erkin ile Elfi bir on dakika bizimle bekledikten sonra ayrılıp bir restorana gittiler. Nasılsa daha önce görmüşlerdi. Nadirciğim de şatoya birkaç defa gelmiş ama benim (ara sıra kız çocuğu yerine koyduğu hanımcığının) muhakkak görmemi istedi. Doğrusu canıma minnet, erkek arkadaşımla disney şatosuna gidecek kadar büyümüş bir kız çocuğu olmaktan gayet memnundum :)
En azından 45 dakika ayakta bekledikten ve her milletten bebeğin ağlamasını, çığlığını dinledikten sonra gişe binasına vasıl olabildik. Ancak o zaman görebildiğimiz led tabelalarda ne yazıyordu dersiniz? Şatoya girişler dört buçuk saat sonra başlayacak!
Nasıl yani? Ankara belediyesinden birileri buraya tayin edilse bu kadar olur. Onca saat beklenir mi yahu? Saçmalığın daniskası! Elbette hemen "deli miyiz? gece yarısı zor döneriz Münih'e, gidelim" dedim. Biraz ekşimiş, biraz de öfkelenmiş bir halde Erkin'lerin oturduğu restorana gittik. Hiç de "user friendly" olmayan Alman mentalitesine yeterince verip veriştirdikten ve ufak bir atıştırmadan sonra dönüş yoluna koyulduk.
Aslında bilmem hangi Alman prensinin dağ başındaki şatosundan daha görülmeye değer olan tek şey varsa o da Alplerdi. Ömrü, deniz seviyesinde, tuzlu sulara 'cupcup'lamakla geçmiş benim gibi bir İstanbul çocuğu için 1.800 metre irtifada oturup kahve içmek bile yeterince heyecan vericiyken, bir de o muazzam dağlar, dağ köyleri, sonsuz ormanlar içinde kıvrıla büküle uzanan yollar... Can verip cennete gitsem, bu kadar huzur dolamazdım herhalde.
Dönüş yolumuz üzerinde, Linderhof Schloss isminde bir başka şatoya uğradık. Bir miktar bilgi burada: tıklayınız
Okumaya üşenenler için mekan şöyle bir şey:
Küçük bir şatocuk. Ne kadar küçük? Beylerbeyi sarayının onda biri kadar. Ancak yapısı, eşyası son derece zarif, bahçesi ve çevresi tipik Habsburg saraylarını temsil eden, hatta Prens Ludwig II'nin Fransa hayranlığı sebebiyle Versay'vari detayları olan bir yapı. Tek kelimeyle güzel. Şatoydu bahçeydi derken, toplam 1 saat de burada kaldık.
Sonra dönüş yolu...
Alpler.
Dağlar.
İnsana zavallı ebatlarını hatırlatan tabiat abideleri. Avusturya sınırından geçiyor, bir müddet sonra tekrar Almanya sınırları içine giriyoruz. Ne bir polis, ne bir karakol. Sadece küçük, şık bir tabela ile cep telefonuna gelen mesaj. Hepsi bu! [hayır, Diyarbakır'a gitmedim ama Özbekistan'da bulundum. 2003'te Taşkent'ten Semerkand'a giderken aşağı yukarı İstanbul - Ankara mesafesi katetmiş ve tam 11 polis / asker kontrol noktasından geçmiştik.]
Alp dağlarının huzur orkestrasına, "ce-ee" diye görünüveren ve "aaaa" "oooo" nidalarına volüm açtıran göller ekleniyor. Mücevher kutusu gibi her biri, nasıl da duru, nasıl da dingin...
Missss!
Oksijenle kafayı bulmuş, memleketin tozunu, gamını, kurak - çorağını, çok kötü ile kötü arasında tercih yapmaya zorlanmaktan felç olmuş idrak kaslarını falan külliyen unutmuş, mutluluktan pelte bir halde Münih'teki otelimize döndüğümüzde, saat artık 18.00'i geçiyordu.
İstirahate çekildik. Dünden paylaşamadığım fotoğrafları seçip düzenlemek ve bloga aktarmakla meşguldüm. Nadir'ciğim bir saattir laptop başında olmama güvenip bana haber vermeden fotoğraf makinasının hafızasını boşaltmış. Olanı fark ettiğimizde ikimiz de vatoz çarpmışa döndük.
Bir müddet, karşılıklı
- silmeden önce neden haber vermiyorsun aşkım?
- sana bilgisayara aktar demiştim, neden hala aktarmadın güzelim?
atışmasından sonra "amaaaan, boşver" noktasına geldik. Bugün çektiğimiz 200 kadar fotoğraf bir anda yok oluvermişti ve bize de bu gerçekle barışmaktan başka yapacak bir şey bırakmamıştı.
Disney şatosu gitti, Linderhof şatosu gitti, Alpler gitti, dağ köyleri gitti... Bu yüzden internetten apardığım fotoğraflarla yetinmek zorunda kaldınız sevgili okurlar.
Nazara inanır mısınız?
Haydi, yarın görüşmek üzere. Güzel bakın birbirinize :)
-- Beril