10 Temmuz 2013 Çarşamba

Şanssız 3. gün

Blamaje (rezalet) bir üçüncü gün oldu desem pek de haksızlık etmemiş olurum. Hayli bir yoldan , belki 150 km. bir kaç Stau'a (trafik tıkanıklığına) takıldıktan sonra Neuswanstein şatosunun olduğu yere vardık. Şatoyu Bavyera krallarından 2. Ludwig kurdurmuş. Dediklerine göre Disnayland eğlence merkezi kendi komplesindeki şatoyu da bundan esinlenerek yaptırmış. Şahane bir şato deniliyor. Neden deniliyor dedik. Dağlar arasındaki bu şatoya Almanlar kahramanca koruduklarından yabancı saldırganları pek sokmuyorlarmış. 100 m. kadar yokuştan sonra bilet kuyruğuna girdik, yüzlerce kişi bekliyor, 30-40 dakika sonra bilet gişelerinin üstündeki ışıklı tabelaları gördük. Saat 12:30 ve bizi şatoya kabul edebilecekleri ilk saat 16:30(daha geç de olabilir) olduğunu öğrendik. Hangisine yanalım bu kadar sırada beklediğimize mi? Hayran olduğumuz Alman düzeninin bu derecede çuvallamasına mı? Neyse dönmekten başka çare kalmadı. Elfi ve Erki bizim durumumuza üzüldüler ki bizi hayli uzaktaki Linderhof sarayına götürdüler. Bu sarayı da Fransız hayranı II. Ludwig yaptırmış. Ormanlar arasındaki bu saray yavrusunun bütün odaları altın varaklarla kaplı. Her bir odada ikişer şömine var. Anlaşılan kralın ... donuyormuş. Bir kişiye hizmet için kaç kişi çalışıyordu, onu söylemediler.

Geç saatte otelimize döndük. Ben günün ikinci işini becerdim, çektiğim bütün fotoğrafları bilgisayara yüklenmeden sildim. Beril ziyadesiyle memnun oldu, çünkü 150 fotoğrafı yüklemek ve editlemek hayli iş oluyordu. Tabii yorgunluk insanı salaklaştırıyor anlaşılan.

Akşam bir Çin lokantasında nefis bir yemek yiyerek günün üzüntülerini üstümüzden attık.
Nadir

Orta Avrupa'nın tek "nazara gelmiş" şatosu bizi buldu

Bugün hakikaten kızsak mı gülsek mi bilemediğimiz, antika bir gün geçirdik.

Münih'ten saat 09.30 gibi hareket edip, 2 saatlik otomobil yolculuğunun sonunda Neuschwanstein Schloss adındaki meşhur şatonun bulunduğu turistik kasabaya ulaştık. İsmine tıklayınca eser hakkında detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz. Şatonun nam salmasının asıl nedeni ise Walt Disney çizgi filmlerine ilham kaynağı olması:


Bu da binanın aslı:





Şatonun eteklerinde cici bir kasaba bulunuyor. Araçları park edip, bilet aldıktan sonra tur otobüslerine veya 6-8 kişilik, katana dediğimiz irikıyım beygirlerin çektiği at arabalarına binerek şatoya ulaşılıyor. Aile tarifesi, 19 euro. Tek yetişkin için bilet ücreti ise 12 euro.

Biz de bu enteresan yeri görmek için park yerinden bayır yukarı epeyce yürüdük ve metrelerce uzayan bilet kuyruğunda (mesela Topkapı Sarayı'nın ilk kapısından Ayasofya'ya kadar) beklemeye başladık. Saat 11.30 civarı girdiğimiz kuyrukta, Nadir'in hep özlemle anlattığı, ısırınca "kırtt" diye ses çıkaran Bratwurst sosisi yedik. Üniversite yıllarımdan beri ayaküstü sosisli yememiştim, çok hoşuma gitti!

Erkin ile Elfi bir on dakika bizimle bekledikten sonra ayrılıp bir restorana gittiler. Nasılsa daha önce görmüşlerdi. Nadirciğim de şatoya birkaç defa gelmiş ama benim (ara sıra kız çocuğu yerine koyduğu hanımcığının) muhakkak görmemi istedi. Doğrusu canıma minnet, erkek arkadaşımla disney şatosuna gidecek kadar büyümüş bir kız çocuğu olmaktan gayet memnundum :)

En azından 45 dakika ayakta bekledikten ve her milletten bebeğin ağlamasını, çığlığını dinledikten sonra gişe binasına vasıl olabildik. Ancak o zaman görebildiğimiz led tabelalarda ne yazıyordu dersiniz? Şatoya girişler dört buçuk saat sonra başlayacak!

Nasıl yani? Ankara belediyesinden birileri buraya tayin edilse bu kadar olur. Onca saat beklenir mi yahu? Saçmalığın daniskası! Elbette hemen "deli miyiz? gece yarısı zor döneriz Münih'e, gidelim" dedim. Biraz ekşimiş, biraz de öfkelenmiş bir halde Erkin'lerin oturduğu restorana gittik. Hiç de "user friendly" olmayan Alman mentalitesine yeterince verip veriştirdikten ve ufak bir atıştırmadan sonra dönüş yoluna koyulduk.

Aslında bilmem hangi Alman prensinin dağ başındaki şatosundan daha görülmeye değer olan tek şey varsa o da Alplerdi. Ömrü, deniz seviyesinde, tuzlu sulara 'cupcup'lamakla geçmiş benim gibi bir İstanbul çocuğu için 1.800 metre irtifada oturup kahve içmek bile yeterince heyecan vericiyken, bir de o muazzam dağlar, dağ köyleri, sonsuz ormanlar içinde kıvrıla büküle uzanan yollar... Can verip cennete gitsem, bu kadar huzur dolamazdım herhalde.

Dönüş yolumuz üzerinde, Linderhof Schloss isminde bir başka şatoya uğradık. Bir miktar bilgi burada: tıklayınız

Okumaya üşenenler için mekan şöyle bir şey:


Küçük bir şatocuk. Ne kadar küçük? Beylerbeyi sarayının onda biri kadar. Ancak yapısı, eşyası son derece zarif, bahçesi ve çevresi tipik Habsburg saraylarını temsil eden, hatta Prens Ludwig II'nin Fransa hayranlığı sebebiyle Versay'vari detayları olan bir yapı. Tek kelimeyle güzel. Şatoydu bahçeydi derken, toplam 1 saat de burada kaldık.

Sonra dönüş yolu...
Alpler.
Dağlar.
İnsana zavallı ebatlarını hatırlatan tabiat abideleri. Avusturya sınırından geçiyor, bir müddet sonra tekrar Almanya sınırları içine giriyoruz. Ne bir polis, ne bir karakol. Sadece küçük, şık bir tabela ile cep telefonuna gelen mesaj. Hepsi bu! [hayır, Diyarbakır'a gitmedim ama Özbekistan'da bulundum. 2003'te Taşkent'ten Semerkand'a giderken aşağı yukarı İstanbul - Ankara mesafesi katetmiş ve tam 11 polis / asker kontrol noktasından geçmiştik.]

Alp dağlarının huzur orkestrasına, "ce-ee" diye görünüveren ve "aaaa" "oooo" nidalarına volüm açtıran göller ekleniyor. Mücevher kutusu gibi her biri, nasıl da duru, nasıl da dingin...

Missss!

Oksijenle kafayı bulmuş, memleketin tozunu, gamını, kurak - çorağını, çok kötü ile kötü arasında tercih yapmaya zorlanmaktan felç olmuş idrak kaslarını falan külliyen unutmuş, mutluluktan pelte bir halde Münih'teki otelimize döndüğümüzde, saat artık 18.00'i geçiyordu.

İstirahate çekildik. Dünden paylaşamadığım fotoğrafları seçip düzenlemek ve bloga aktarmakla meşguldüm. Nadir'ciğim bir saattir laptop başında olmama güvenip bana haber vermeden fotoğraf makinasının hafızasını boşaltmış. Olanı fark ettiğimizde ikimiz de vatoz çarpmışa döndük.

Bir müddet, karşılıklı
- silmeden önce neden haber vermiyorsun aşkım?
- sana bilgisayara aktar demiştim, neden hala aktarmadın güzelim?
atışmasından sonra "amaaaan, boşver" noktasına geldik. Bugün çektiğimiz 200 kadar fotoğraf bir anda yok oluvermişti ve bize de bu gerçekle barışmaktan başka yapacak bir şey bırakmamıştı.

Disney şatosu gitti, Linderhof şatosu gitti, Alpler gitti, dağ köyleri gitti... Bu yüzden internetten apardığım fotoğraflarla yetinmek zorunda kaldınız sevgili okurlar.

Nazara inanır mısınız?

Haydi, yarın görüşmek üzere. Güzel bakın birbirinize :)


-- Beril



Göl-leme

Dünkü Chimsee gölü ve adalar gezimiz
(9 Temmuz 2013)






Pastoral bir çizgifilmin içine düştük, sanırsam...



Cidden, şimdi dedesi Heidi'yi eve çağıracak...
 

Vallahi inekler de çıktı!





Buharlı tren iskeleye kadar geliyor


Pazartesi günü, öğle saatleri. Almanlar da işe gitmeden işi bilecek bir yol mu bulmuşlar mı nedir? Nasıl kalabalık!



Beyler / baylar adası.. Prensin burada bir şatosu var. Merdivenler amfitiyatro gibi neredeyse, öyle dik. Çıkmadık elbette... Nedir, olimpiyatlara mı hazırlanıyoruz? Gereksiz.




Oh teras mis! Hava limonata gibi: 21 derece! Üstelik esintili.

O gotik kule ne alaka? Tarih beni çağırıyor! Mutlaka yakından görmeliyim.


A-ha! Heidi çıkmadı ama şimdi zırhlı şövalyeler gelip kafamı uçuracak :)


 
Sanırım binaya aşık oluyorum.



1469'da inşa edilmiş... Bugünkü görünümüne 1630_1632'de kavuşmuş. Canım benim. Minicik bi'  de. Öyle sevdim ki!

Alman'ca "dolce vita"





 İskele memurunun ofisi! Şirinlikten bayıltır adamı :)







Beril